17 Kasım 2008 Pazartesi

Her şeye karşın THEOPE gündemden düşmüyor

Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümü, Çeviri Kulübü başkanı Yard. Doç. Oğuz Baykara sunar:

"COŞKUN BÜKTEL İLE, THEOPE ÜZERİNE SOHBET"

TARİH: 18 Kasım 2008, Salı.
SAAT: 13.00 - 15.00
YER: Boğaziçi Üniversitesi, Kuzey kampüsü, Turgut Noyan Salonu

5 Kasım 2008 Çarşamba

12 Martçı’ya ödül verenler tam yol ileri

“Ankara Tiyatro Festivali Emek Ödülü 12 Martçı’ya” başlığıyla haber yaptığımız 3 Kasım 2008 tarihinden bu yana, Ankara Tiyatro Festivali yetkililerinden herhangi bir açıklama yada özeleştiri gelmedi. Demek ki, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nden sadece iki hafta sonra Nihat Erim Hükümeti’nde Kültür Bakanı (hem de Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı) olan Talat Sait Halman’a verilen “Emek Ödülü”, bir yanlışlık sonucu değil, bilerek verilmiş bir ödülmüş.

“Ankara Tiyatro Festivali Emek Ödülü 12 Martçı’ya” haberini yaptıktan sonra, biraz bekleyip gelecek tepkilere göre yayın siyasası geliştirmek istedik. Makul bir zaman beklememize karşın, hiçbir tepki gelmeyince, yukarıda da belirttiğimiz gibi, verilen ödülün bilinçli bir seçim olduğunu algıladık.

Ankara Tiyatro Festivali yöneticileri, 12 Martçı’ya bilerek ödül verdiklerine göre, onlardan bir umudumuz kalmamıştı. Bu kez, bizi izleyen yüzlerce okurumuzu aydınlatmak için, küçük bir görsel haber hazırladık: “12 Mart 1971 v.s…” Nihat Erim Hükümeti’nde görev alarak, Deniz Gezmiş’leri de idama sürükleyen süreçte sorumluluk sahibi olan Talat Sait Halman’ın toplumsal ve siyasal topoğrafyasını, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.

Ankara Tiyatro Festivali’ne bulaşmış yada bulaşmamış hiçbir, daha yerinde deyişle tek bir tiyatrocudan hiçbir, daha yerinde deyişle tek bir tepki gelmedi.

Şimdi bekliyoruz!

BULUNMAZ (2 KASIM 2008)


Hilmi Bulunmaz / Kazım Şimşek (2.11.08) from Cemal Bulunmaz on Vimeo.
Not: Yukarıdaki konuşma, AKP’li İstanbul Anakent Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından Şehir Tiyatroları’na Kazmacıbaşı olarak atanan Orhan Alkaya'nın, Açık Radyo’da Yiğit Sertdemir ve Aslı Can Kortan’ın sunduğu programdaki 30 Ekim Perşembe günü yaptığı konuşması üzerine kurgulanmıştır.

4 Kasım 2008 Salı

Yeni Tiyatro dergisi, Internet ortamında

Tıklayınız: www.yenitiyatrodergisi.com

Köpeğin insanı ısırması haberi

Dudağını çöpten aldılar


Akasya Durağı dizisinin 'Fırıldak Sinan'ı Levent Ülgen, köpek sevgisinin başına açtıklarını Orada Neler Oluyor'a anlattı.

Ülgen, köpeğin ısırması sonucu dudağından kopan parçanın yanlışlıkla çöpe atıldığını, sonra da alınıp hastaneye yetiştirildiğini söyledi.

ÇENEMDEN SARKTI

Levent Ülgen başından geçen ilginç olayı şöyle anlattı:

"Kız arkadaşımın köpeğini sevip öpmek istedim. Hayvan alt dudağımı kaptı. Dudağımı çenemden aşağı sarkacak kadar koparttı. Dudakla birlikte hemen banyoya koştum. Kanı durdurmak için buzla ovarken sevgilimin babası dudak parçasını alıp çöpe atmış. Çöpten çıkarttık. Dudakla hastaneye kaldırıldım. 3 saat süren operasyonla dudağıma 40 dikiş atıldı.

Eğer tutmasaydı popomdan parça alıp dudak yapacaklardı. Doktora 'Sakın böyle bir şey yapmayın. Bir daha kimseyi öpemem. Millet benimle dalga geçer' diye yalvardığımı hatırlıyorum. Neyse dudağım tuttu da başka yerden parça alınmasına gerek kalmadı. O günden bu yana tüm köpeklerden uzak duruyorum."

(Kaynak: Milliyet)

Unutulmayan "Düşler"

Hilmi Bulunmaz
4 Kasım 2008


Akira Kurosawa tarafından yazılıp yönetilen Düşler, beni çok etkileyen filmlerden biri. 1990 yılında çekilip ülkemizde de gösterime giren Düşler'i İstanbul / Elmadağı As Sineması'nda izlemiştim. Eşim ve oğlumla birlikte izlediğim Düşler'i, neredeyse yirmi yıl sonra tekrar izledim ve hemen hemen hiç unutmadığımı gördüm. Oğlum da hiç unutmadığını söyledi; belleği güçlü iki insan olmamıza karşın, bu unutmama durumunu Akira Kurosawa'ya borçlu olduğumuzu duyumsadık. O denli yüreğe işleyen bir film yapmıştı ki, unutmak olası değil.

Episodik bir anlayışla çekilen Düşler, tam iki saat süren bir film gibi görünmesine karşın, aslında kısa filmlerin bir araya toplanmasından oluşan bir bütün olarak görünüyor. İnsan/insan, insan/doğa ve insan/toplum ilişkisini o denli düzeyli bir sinema diliyle anlatıyor ki Düşler, hayran olmamak elde değil.

Sadece yönetmen değil; aynı zamanda senarist, ressam ve yapımcı da olan Kurosawa, entelektüel bir insan olduğundan, diğer filmlerinde olduğu gibi, Düşler'de de insan sıcağını duyumsatan bir atmosfer oluşturabiliyor. Küçük bir çocuğun gördüğü düşle başlayan film, hemen her "kısa film"de, giderek renklenen ve insan sızısını, izleyicinin yüreğine işleyen bir nakış gibi ilerliyor.

1910 yılında dünyaya gelen Kurosawa, her iki paylaşım savaşının (Birinci ve İkinci Dünya savaşları) da acılarını yaşadığından, yüreğine bir Samuray kılıcı gibi saplanan duyguları, film olarak izleyicilere sunma gereksinimi duyuyor. Toplumsal derde sahip olan Kurosawa, komünizm idelolojisinden de esinlenerek oluşturduğu sinema evrenini, sadece Japonya'nın değerleriyle değil, tüm evrensel değerlerle zenginleştirdi. Dostoyevski'den Budala, Gorki'den Ayaktakımı Arasında, Shakespeare'den Kanlı Taht... gibi yapıtlardan yaptığı uyarlamalarla, insanlığın ürettiği tüm hazinelerin izdüşümünü sinemaya taşıyan Kurosawa, kendisinden sonra gelen yönetmenlere de düşünsel ışık tutup, esin kaynağı oldu.

Eeee?!...

Ünlü komedyenin büyük dramı


Bu haber paranın mutluluk getireceğine inanan ve para ile tüm kapıların açılacağına inanlar için ibretlik bir gerçek yaşam öyküsü. Yasemin Yalçın bakın neler anlattı:

Komedyen Yasemin Yalçın, kızı Eda'nın şeker hastalığına yakalanmasıyla hayatının nasıl değiştiğini anlattı: 3 yıl hiç gülmedim, hiç uyuyamadım...

Ünlü tiyatro ve dizi oyuncusu Yasemin Yalçın çarpıcı açıklamalar yaptı. Sanatçı Kanaltürk'te yayınlanan 'Orada Neler Oluyor' programında kızının hastalığı ile birlikte gülmeyi nasıl unuttuğunu anlattı. 10 yaşındaki kızı Eda Yalçın'ın 5 yaşındayken şeker hastalığına yakalandıktan sonra hayatının alt üst olduğunu belirten Yalçın şöyle konuştu:

3 YIL EVE KAPANDIM

"Eda'ya teşhis konulduğunda önce kabullenmedim. Sonra hayatla tüm bağlantımı kopardım. 3 yıl eve kapandım. Gelen tüm teklifleri geri çevirdim. 3 yılda tek bir gün bile gülmedim, uyuyamadım. Komik düşünemedim, yazamadım. Espri yapmayı kaçırdım. 5 yaşındaki bebeğim 'dondurma' diye ağlarken ona 'yiyemezsin' demek çok zordu. Kabus gibiydi. Paramın gücü kızıma bir tabak muhallebi alıp yedirmeye yetmedi."

‘ŞEKER' KELİMESİ YASAK

Eşiyle zor günleri atlattığını belirten Yalçın şöyle devam etti: "Bizim evde 'şeker' kelimesi yasaktır. Bu kelimeden nefret ediyorum. Eda'nın her gün 2 iğnesi var. Kızım aşırı olgun, biraz da ürkek bir çocuk oldu. Ancak birbirimize çok iyi kenetlendik."

(Kaynak: Milliyet)

3 Kasım 2008 Pazartesi

Sevinç Erbulak, önemli şeyler söylüyor

Eda Atalay
Sevinç Erbulak



Füsun / Altan Erbulak
.
.
'Dizilerde haysiyet kalmadı'...
.
.
Çocukluğumuzun Süper Baba'sının ne istediğini bilen Zeynep'i olarak tanıdık ilk onu. Sonra büyüdü, anne bile oldu. Sevinç Erbulak'la "hiçbir zaman bırakmadığı, bırakmayacağı tiyatrosunu", dizi zevklerini, sinemayı, anneliği, ünlü bir babanın kızı olma durumunu ve hayatı konuştuk.
.
Ödüllü bir oyuncu, 17 yaşından beri Şehir Tiyatroları'nın oyunlarında yer alıyor, "iyi bir okur olduğunu hissettiren bir kitabı da var" Ama hepsinin önüne geçen bir özelliği var ki, o şimdi bir anne; Sevinç Erbulak, Kavin'in annesi! Söze “Kavin” diyerek başladı, “Kavin” diye de bitirdi sözü. Bebeğinin sineğe “sinden” , domatese “bonabon” , karınca ve kanguruya “gagunga” demesini büyük bir keyifle paylaştı bizimle.
.
Sevinç Erbulak'ı ne kadar özlediğimizi doyumsuz sohbetinden sonra daha iyi anladık. Tiyatro, sinema, yazarlık, oyunculuk ve Erbulakların kızı olma şansı üzerine konuştuk. Fazla söze gerek yok, röportaja dönmek gerek...
.
Ekranlarda olmadığınız dönemlerde özellikle izlediğiniz diziler var mı? Yol Arkadaşım'ı izliyordum. Sezon finali yaptı. Çok sevdiğim arkadaşım Çağan yazdığı için her pazartesi akşamı yeni bir sinema seyreder gibi izliyorum. Zaman zaman diyaloglara, zaman zaman da oyunculuklara hayran olarak seyrediyorum.
.
Artık rutin olarak seyredebildiğim hiçbir dizi yok. Çünkü birinci bölümünü seyrettiğin zaman aşağı yukarı önündeki yüz bölümde ne olacağını rahatlıkla tahmin edebiliyorsun. Hiçbir sürprize açık olmayan, öykü anlatmada da son derece sıradan, daha önce anlatılmış şeyleri tekrar seyirci önüne sunan işlerin alternatifi olarak Çağan Irmak ve Irmak Çığ'ın başarısını gerçekten ayakta alkışlıyorum.
.
Türkiye'nin Süper Baba'sı olarak gördüğünüz bir dizi var mı?
.
Konu olarak değil ama Çemberimde Gül Oya ve İkinci Bahar'da bunu hissetmiştim. Öncelikle Çemberimde Gül Oya diyebilirim. Çünkü belki aynı haysiyetten yola çıktıkları için. Para kazanmaya devam etmek için konu bittiği halde sezon finali yapıp, diğer sezon yine aşağı yukarı aynı şeyleri devam eden ve seyirciyi aptal yerine koyan işler değil bu işler.
.
Süper Baba 160 bölümdü sanırım ve dört sezon sürdü. Devamı için delicesine teklif aldı ancak, işte o haysiyet dediğim gizli kelime. Sadece tutacağına inanarak ve para kazanma uğruna o işi devam ettirmemeyi seçmek zor bir karardır. O zaman daha genç olduğum için neden devam etmediği ile ilgili çok kızdığımı ve kırıldığımı hatırlıyorum. Ama o işin devam etmemesi senin bu soruyu sormana fırsat sağlıyor işte. “Süper baba gibi bir dizi izlediniz mi” ? Biz dizinin çok uzun sürmesi o dizinin çok başarılı olduğu anlamına gelmez. Üç bölüm süren bir dizi de akıllarda kalabilir. Sektör artık acımasız. İşimizi bizim dışımızda yapan çok insan var. Çok fazla dizi var. Burada önemli olan dizilerin içeriğinin ne olması. Bu röportajı ne zaman yaparsak yapalım sayacağım iyi dizi 2-3 tanedir.
.
Tiyatrocu bir anne ve babanın kızı olarak doğmak, sizce bu meslekte bir avantaj mı ve ne zamana kadar bir avantaj? Sonsuza kadar bir avantaj. Gençken evet bir dezavantaj. Henüz büyümemişken ve her türlü eleştiriyi ciddiye alacak kadar toyken, bütün başarılarının ardında bir şey aranması ve o kötü bakmak isteyen insanların beynindeki “tabiî ki o kazanacak, tabiî ki dizide o oynayacak, çünkü o Erbulakların kızı” gibi cümleleri seni kırıyor bir süre. Sonra hayat seni büyütüyor. Mesleğinde kimleri ciddiye alıp almaman gerektiğini öğreniyorsun. Ve ciddiye alacağın insanlar eğer olumsuz bir şey söylerse onu düzeltmeye, ötekileri de dinleyerek teşekkür edip anında unutmaya başlıyorsun.
.
Çok güzel bir soyad. Ama şöhret anlamında abartmanın bir anlamı yok. İnsanların üç aşağı beş yukarı benim hakkımdaki düşüncelerini tahmin edebiliyorum. İleride olur da şansımdan ötürü tercihlerimde yanlış bir seçeneği işretlersem, seyirci gözünde bir kredim var onu da biliyorum. Bu da belki soyadıma dayanıyor. Sadece işlerimle haber oluyorum. Bu da soyadımın bir avantajı. Çünkü ailemin hiçbir zaman böyle magazinsel bir durumu olmadı. Soyadımı seviyorum ve ömrümün sonuna kadar avantajından yararlanacağım.
.
"BABAM USTA BİR KOMEDYENDİ"
.
Babanızla ayrılığı 13 yaşında yaşamış olsanız da, sahnenizde, oyunculuğunuzda babanızdan izler kaldığını düşünüyor musunuz?
.
Babam çok iyi bir komedyendi. Dünyadaki en zor oyunculuk biçiminin komedi olduğunu düşünüyorum. Ve bir komedi oyuncusunun oynayamayacağı hiçbir dramatik tekst olduğuna inanmıyorum. Ama iyi bir drama oyuncusunun her komedi metninde dramdaki kadar başarılı olacağına da inanmıyorum. Babam hayatında bir tane drama oynadı ve onda da kim seyrettiyse ağladı. Son üç yıla kadar, babamınki gibi bir komedi yönümün olduğunu düşünmüyordum. Bir de böyle bir iş denk gelmemişti tiyatroda. Çünkü ben geleneksel Türk edebiyatının genç kız profiliyim. Evin genç kızı, ayaklarının üzerinde duran, babasına isyan eden, baskıları aşmaya çalışan, atkuyruklu kız tipinden yeni çıkmaya başladım. Tiyatroda da üç yıl önce ilk komedi rolünü alınca çok korktum çünkü zor olduğunu aldığım eğitimden ötürü biliyordum. O bir öğrenim süreciydi. Geçen sene bir komedide daha oynadım tiyatroda. 'Tekrar Çal Sam' adlı oyun. Evet, iyi oynadım, kendimi çok iyi hissetim. Kendime dışardan da bakmayı bilirim. Yırtabilirim de kendimi alkışlaya da bilirim. Ve alkışladım kendimi. Bu da mutlaka böyle bir babayı farkında olmadan izlemek ve gözlemlemekle ilgili. Babama ek olarak söylemek isterim. Metin Akpınar'la çok uzun süreli bir dizi yaptım. Çat Kapı. Yine farkında olmadan ya da belki farkında olarak çok seyrettim. Ve geçen sene… 'Tekrar Çal Sam' i ablam seyrettiği zaman 'Metin abiden çok şey kalmış sende' dedi. Evet doğrudur. Çünkü o, bu işin ustası. Ve sana bir şey öğretiyor.
.
Babanızın dönemini ve şimdiyi kıyasladığınızda tiyatroda gözlemlediğiniz belirgin farklıklar var mı?
.
O zamanlarda daha iyi bir seyircimiz vardı. Sayı anlamında değil, anlaşma anlamında. Oyuncu denen serüvenci çok zeki ve entelektüel olması gerekir. Aynı şeyi seyirciden de bekliyoruz. Babamların tiyatro yaptığı dönemde seyirci daha farklıydı. Daha çok okuyan, daha çok yazan. Şimdi dengeler, zihniyetler değişti. Bir şey bir ülkede aksarsa, bunun sanatı etkilemesi olası bir durumdur. Televizyon hayatımıza iyice girdi. Dizilerin sayısı arttı. Kalite ortalaması düştü. Seyirci daha kolay izleyebileceği şeyleri tercih etmeye başladı. Düşünmekten yorulan bir milletiz. Babamın zamanında oyunculuk ve meslek çok el üstünde tutulan ve ülkenin iyi bir zümresini oluşturan insanlardı. Ama şimdi araya karışan kaçaklardan da ötürü başka bir tadı var. Dolayısıyla sıkıntısı artı.
.
Bir devlet kurumunda sanat yapmanın kısıtlayıcılığından bahsedilir hep ve istifalar olur… Siz bunlardan kendinizi nasıl soyutladınız ve nasıl ayakta kaldınız?
.
Çünkü sabredebiliyorum. İstifa etme fikrinin oluşabilmesi için daha iyi bir seçeneği işaretlemen gerekir. Ama benim öyle bir seçeneğim yok. Ben bu kurumu çok seviyorum. Bu kurumda oynadığım rolleri de çok seviyorum. Bu biraz kişinin de mesleğine bakış açısı ile ilgili bir şey. Yetinmiyorum. Her defasında daha iyisini istiyorum. Çünkü talep ediyorum. Zaten talep görüyorum bu anlamda.
.
Kötü tarafından bakmak istersen, oyunculuk sıkıntısı bol bir meslektir. Sadece kurum oyuncusu olmak değil, oyunculuk zor bir iştir. Ama iyi bir pencereden bakmaya yüreklenirsen çok iyi hissedersin. Böyle seçkin ve sayılı bir zümrenin içinde olmaktan ötürü çok iyi hissediyorum ve hakkını vererek yapmaya çalışıyorum.
.
Şehir Tiyatroları olmasaydı, içinde bulunmak istediğiniz bir tiyatro var mı?
.
Çok dikkatimi çeken Tiyatro DOT var. Cesaret isteyen oyunlar sahneliyor. Ve çok kıskanarak seyrediyorum. Orada bir gün sahneye çıkacağımı biliyorum. Para kazanma noktasında değilim. Tiyatro DOT'un o seyirciyle aynı seviyesindeki sahnesinde ekstrem bir rolle oynamak isterim.
.
BEN NİYE OYUN SEYREDİYORUM? BİR ANLAMDA KENDİME ACI ÇEKTİRMEK İÇİN, SEYREDİP KISKANMAK VE DAHA İYİSİNİ ÇIKARMAK İÇİN, BİR ANLAMDA DA KENDİMİ İYİ HİSSETMEK İÇİN”
.
Siz çok oyun izleyen bir oyuncusunuz. Bu diğer oyuncular için de bu kadar geçerli mi?
.
Bir kısım vakitsizlikten izleyemez. Çünkü çok oyun oynar. Seyredecek alternatifi olmaz sürekli sahnede olduğu için. Ben de onlardan biriyim ama oynamadığım hafta lunaparka gidip çarpışan arabaya binmek yerine oyuna gitmeyi tercih ediyorum. Bu da disiplin işidir. Ben niye oyun seyrediyorum? Bir anlamda kendime acı çektirmek için, seyredip kıskanmak ve daha iyisini çıkarmak için, bir anlamda da kendimi mutlu hissetmek için. Bir müddet sonra adres de seçmeye başlıyorsun. Merakımdan gidiyorum ayrıca. Yüzde 80 kötü olacağını bildiğim halde içinde beş dakikalık bir parça bile iyi olabilecekse izlemek isterim. Neden iyi, ya da ne den kötü diye, ya da iyi olması için ne gerektiğini diğer oyunculara da anlatmak için de değil, kendim bilmek adına.
.
'Gözünü Kırpma Düşerim' adlı bir kitap deneyiminiz var. Devamı gelecek mi?
.
Çocuk kitabı yazma hayalim var. Kızım Kavin'in varlığıyla öyle bir fantezi dünyası içerisinde yaşıyorum ki şu anda. Eğer vaktim olsa ve prova yoğunluğu bütün beyin hücrelerimi kaplamıyor olsa, gerçekten çok kısa bir zamanda yazabileceğime inandığım, öylesine çok malzemem var ki. 24 saat boyunca bana hizmet eden ve bunun farkında olmayan bir Kavin. Çocuk kitabı yazmanın roman, öykü, deneme ya da anı derleme yazmaktan çok daha zor bir şey olduğuna inanıyorum. Çünkü çocuk okur ya da bir çocuk seyirci her zaman bir yetişkinin görmediğini görür. Eksiği, gediği, bir yazarın bir oyunu ya da kitabı yazarken nerede sıkılıp hava aldığını ben bir çocuk kadar net göremem. Onun için çok zor ama günün birinde yazacağım. Çok istiyorum.
.
“SAHNEDE HER ŞEY OLABİLİR. BEĞENİLMEYEBİLİRİM, EZBERİMİ UNUTABİLİRİM, KAFA ÜSTÜ DÜŞEBİLİRİM. AMA HİÇ FARKETMEZ; BEN KAVİN'İN ANNESİYİM”
.
Kavin'den sonra neler değişti hayatınızda?
.
Hızlandım. Zorlanarak da olsa dengeyi kurdum. Sabah kalktığım andan itibaren hazırlanmam ve kendimi iyi hissetmem arasında bir buçuk saat olurdu. Ancak şu anda 5 ile 7 dakika arasında düğüne gidermişçesine hazırlanabiliyorum. Bu bir avantaj. 120 dakikada yapılan bir şeyi 7 dakikada yapabilmeyi öğrendim. Kızımdan başka hiçbir şey konuşmuyorum. Başka şey konuşmak istemiyorum. Beni üzen, içki, sigara içtiren şeyi düşünmek istemiyorum. Sahnede her şey olabilir. Beğenilmeyebilirim, ezberimi unutabilirim, kafa üstü düşebilirim. Ama hiç fark etmez, ben Kavin'in annesiyim.
.
Peki, iş seçerken daha mı seçici olmaya başladınız?
.
Takvim olarak çok dikkat ettiğim işleri seçiyorum. Eskiden oyun çıkışlarında giderek, dublajını da yaparak, haftanın yedi günü, rolleri de kabul ederek, her şeyi bir arada yapmaya çalışarak ve yapabilerek ama vücut olarak çok yorularak yapıyordum. Mesela bu projede ilk sorduğum soru kaç gün çalışacağım oldu. İki gün dedikleri için kabul ettim. Tabi ki projeyi çok sevmem, yapım şirketini tanıyor ve güveniyor olmam da etkili. Yönetmeninden oyuncu arkadaşlara kadar tetikleyici birçok unsur var. Eskiden, "Kanal, yapımcı, yönetmen, rol arkadaşı, senarist kim? sorularım öndeyken şimdi kaç gün çalışacağım ön planda.
.
İlk film deneyiminiz Reha Erdem'in yönettiği 'Beş Vakit' filmi, sizin için bu proje nerede duruyor?
.
Çok özel bir yerde. Benim ödülüm yok ama filmin birçok ödülü var. Reha Erdem'in sineması bence bu ülkeye fazla gelen bir sinema. Bu ülkeyi aşağıladığım için değil. Ülkede yapılan sinema filmlerini gördükten sonra, kılını yolan adam figürünün hala bu ülkede prim yaptığını gördükten sonra söylüyorum bunu. Bu tarz filmler hala prim yaparken, Reha'nın 'Beş Vakit'i seçmesi, fikir anlamında bile çok kutsal. Biz figüratif rollerde oynadık. Ama ilk sinema filmimdi ve şu zamana kadar hiç köylü kadını oynamamıştım. Önceden bir sinema filmini seri ve hızlı eleştirirken, çektikten sonra, zorluğunu anladım. Yaklaşık 200 tekrar yaptık. Çocuk oyuncu denen serüvencilerle çalışmak da öyle güzel ki. Çocuk öyle kompleksiz ki. Çocuk, oyunculuğu oyun oynamak gibi algılıyor ve ben de anladım ki oyun oynayarak para kazanıyorum hayatta. Reha hayatımda çok özel bir yerde duruyor. O şansı tanıdığı, güvendiği, rolü teslim ettiği için, birlikte çalışabildiğimiz ve çok iyi bir sonuç aldığımız için çok mutluyum.
.
Ödüllü bir oyuncu olarak, tiyatroda ödül sistemine nasıl bakıyorsunuz?
.
Ödül almadan önce rahatsın. Yapıyorsun biri seviyor. Biri sevmiyor tamam ama ödül alınca ve ödüllü oyuncu olunca, sanki ondan sonra yaptığın her şeyin ödüllük olması gerekiyor. Ama böyle bir şey yok. Göreceli bir iştir ayrıca.
.
Ama reddetmeyi düşünür müsünüz derlerse, bunu sahneye çıkıp kişisel bir şova dönüştürerek değil, aday olduğumu öğrendiğim zaman söylerim. Veren topluluğa inanmıyorsam baştan tercih etmem. Ödül benim için bir faldır, baktırtırım, baktırdığım anda da inanırım, ödül aldığım gece kraliçe olurum ertesi sabah da Sevinç olarak uyanırım.
.
Oyunculuk olmasaydı hangi meslek olurdu?
.
Öğretmen olabilirdim. Edebiyat öğretmeni. Felsefe ve ya psikoloji okurdum. Oyunculuk gibi öğrenim süreci bitmeyecek bir meslek seçerdim. İnsanı ilgilendiren bir meslek olurdu. Ya da çocuklarla ilgili bir şey yapabilirdim. Ama ne olmayacağımı biliyorum. Sabah dokuz akşam altı çalışamam. Yoksa üç yıl sonra istifa ederdim.
.
“BABAM EVE GELİP, ÖNÜMÜZDEKİ HAFTA KİME, HANGİ ŞAKAYI YAPACAĞINI PROJE PROJE KARİKATÜR ÇİZER GİBİ HAZIRLAYAN BİR ADAMDI”
.
Siz bir 'dalaksız oyuncu' musunuz?
.
Çok gülen oyuncu dalaksızdır. Ben de dalaksızımdır. Mesela oynadığın oyundan iki yıl falan geçmiştir. Replik hatırlamazsın “ne diyordum o oyunda” dersin. Ama beni kimin, kaçıncı oyunda, kaç dakika güldürdüğünü ezbere hatırlarım. Ersan Uysal ile 'Derya Gülü' oyunundayız. "Asabi triplerde" demiştim bir arkadaşıma rüyamı anlatırken. O da Türk dili açısından düzeltmek amacıyla “Asabi triplerde nasıl bir ifade?” diye sorunca, “Ya aman Ersal abi, tamam işte rüyamı anlatıyorum” demiştim. Ve o da, oyunda çok sinirlendiğim ve benim için oynamanın çok zor olduğu bir performans sahnesinde bana, “şişt bana bak, bana öyle asabi tripler yapma” diye seslenmişti. Sonra da dediğine pişman olmuştu. Çünkü hiç toparlayamamıştım. Seyirci bu oyunu kötü olarak hatırlayabilir ama bu benim hatırlayacağım en iyi oyun. Bu arada bu bana özgü bir durum. 'Ben tipi' oyuncuya özeldir. Pek çok oyuncunun tercih etmediği ve yaparsan da rahatsız olacağı bir şeydir. Benim de herhalde bir baba yadigârım. Babam eve gelip, önümüzdeki hafta kime, hangi şakayı yapacağını proje proje karikatür çizer gibi hazırlayan bir adamdı.
.
“HAYATTAKİ EN İYİ ANLARIN, KİŞİNİN SAHNE ÜZERİNDE KENDİNİ TUTAMAYARAK GÜLDÜĞÜ ANLAR OLDUĞUNA BU MESLEKTE SONUNA KADAR İNANACAĞIM”
.
Bu yazı ilk kez Yazarımız Eda ATALAY tarafından GazetePort'ta yayınlanmıştır.
.
(KAYNAK; GAZETEPORT /KÜLTÜR-SANAT
.
Eda ATALAY/İSTANBUL
.

2 Kasım 2008 Pazar

Tiyatro Dünyası sitesinden çok önemli bir yazı

Şehir Tiyatroları Yönetiminin
Özrü Kabahatinden Büyük


Feridun Çetinkaya
2 Kasım 2008


Tiyatro Dünyası internet sitesinde, 29 Ekim 2008 günü, Nedim Saban’ın, Şehir Tiyatrosunda Yeni Bir Oyun!!! Balıkesir Muhallebicisi başlıklı bir yazısı yayımlandı.

AKP’li Kadir Topbaş’ın siyasi müdahalesiyle Genel Sanat Yönetmenliği koltuğuna oturtulan Orhan Alkaya yönetimindeki İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBŞT), hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir gafa imza atarak, Reşat Nuri Güntekin’in ünlü “Balıkesir Muhasebecisi” adlı oyununu seyircilerine “Balıkesir Muhallebicisi” olarak duyurmasını hicveden bir yazıydı bu.

Hem haber niteliği taşıması (“Balıkesir Muhallebicisi”nden bu yazı sayesinde haberdar olduk) hem de tiyatroculuğunun yanı sıra profesyonel olarak muhallebicilik işiyle uğraştığını bildiğimiz Nedim Saban’ın elinden çıkmış olmasıyla ayrıca anlamlı, eğlenceli ve ilginç bir yazıydı.

Saban’ın yazısına cevaben İBŞT yönetiminden hemen ertesi gün jet gibi, “sert” bir açıklama geldi. İBŞT adına gönderilen açıklama aynen şöyleydi:

“Tiyatro Dünyası internet sitesi yetkililerine;

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın 23 Ekim 2008 Perşembe günü Sabah ve Cumhuriyet gazetelerinde yayınlanan aylık ilanında, Reşat Nuri Güntekin’in Balıkesir Muhasebecisi adlı oyununun adı ilanın hazırlandığı reklam ajansının teknik servisindeki bir hata sonucunda tashihli çıkmış, baskı sonrasında fark edilerek daha sonraki baskılarda bu hata düzeltilmiştir.

Bu hata için iyi niyetli bütün tiyatroseverlerden özür dileriz…

İ.B.B Şehir Tiyatroları

Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu
Bestem Türen”

Nedim Saban, iyi niyetli bir yaklaşımla “Balıkesir Muhallebicisi” gafını tiyatrocuların (cehaletine ya da vurdumduymazlığına değil) “dikkatsizliği”ne yormuş, bundan üzüntü duyduğunu belirtmişti.

Yukarıdaki İBŞT açıklaması da tiyatrocuların “dikkatsizliği” konusunda Nedim Saban’ı doğruluyor, haklı çıkarıyor. Dahası, Saban’ın fazlasıyla iyimser, fazlasıyla “iyi niyetli” olduğunu gösteriyor.

İBŞT yöneticileri ise “dikkatsiz” olmadıklarını savundukları bu açıklamada bile, farkında olmadan, aslında ne kadar “dikkatsiz” olduklarını kanıtlıyorlar.

Evvela açıklamada verilen şu tarihten başlayalım. İBŞT açıklamasında, hatalı ilanların Sabah ve Cumhuriyet gazetelerinde “23 Ekim 2008 Perşembe günü” yayınlandığı yazıyor değil mi?
Alın size bir “dikkatsizlik”, bir ciddiyetsizlik. Öncelikle İBŞT yönetiminin “biz yanlış yapmadık” açıklamasındaki bu “yanlışı” düzeltmemiz gerekiyor.

Sevgili Nedim Saban tiyatrocuların dikkatsizliğine belki yine üzülecek ama ne yapalım ki gerçek şu: Koskoca, anlı şanlı Şehir Tiyatroları adına savunma, açıklama yapan, sanatçı özeninden ve dikkatinden yoksun, sallapati tiyatrocular, zahmet edip “Balıkesir Muhallebicisi” gafının yapıldığı gazetelerin tarihlerine bile doğru dürüst bakma gereği duymamışlar.

“Balıkesir Muhallebicisi” gafıyla malul, Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya “imzalı” İBŞT ilanları (ilanlara imza niyetine konulan Şehir Tiyatroları logosunun altına “Genel Sanat Yönetmeni: Orhan ALKAYA” yazılması çok şükür ihmal edilmemiş, dikkatlerden kaçmamış), yapılan resmi açıklamada iddia edildiği gibi 23 Ekim 2008 Perşembe günü değil, 24 Ekim 2008 Cuma günü yayımlanmış görünüyor.

Ben 23 Ekim 2008 Perşembe tarihli Sabah ve Cumhuriyet gazetelerinde Şehir Tiyatroları ilanı milanı göremiyorum. “Balıkesir Muhallebicisi”ni kendi gözleriyle görmek isteyenler İBŞT açıklamasına itibar edip benim gibi yanılmasınlar.“Balıkesir Muhallebicisi” ilanları için 24 Ekim 2008 Cuma tarihli Cumhuriyet gazetesi ile Sabah gazetesinin Günaydın ekine bakmalılar.
Şehir Tiyatroları yöneticilerinin ne kadar “dikkatsiz” olduğunu gösteren bir diğer nokta da, söz konusu ilanlardaki hatanın sorumluluğunu tümüyle reklam ajansı “teknik servisi”ne yıkarak kendilerini temize çıkaracaklarını sanmaları.

İBŞT yöneticilerinin bulduğu bu sudan bahane hiç inandırıcı değil.

Çünkü reklam ajansları kendi kafalarına göre ilan hazırlamaz, iş yapmazlar. Müşterilerine onaylatmadan, onlara göstermeden hiçbir şey yayımlatmazlar. Her zaman son onay mercisi reklamverendir. Sonuçta bir kusur, bir hata yapılırsa reklamveren de bunun sorumluluğunu peşinen üstlenmiş kabul edilir.

İBŞT yöneticileri, kendi sorumluluk alanları içindeki aylık İBŞT ilanlarını dikkatle incelemeli, kontrol etmeliydiler; devlet onlara bu iş için makam, yetki veriyor, para ödüyor. Onlar, “Balıkesir Muhallebicisi” yazımının yanlış olduğunu fark edip reklam ajansından bunun düzeltilmesini istemeliydiler.

Görünen o ki, İBŞT yöneticileri, en hafif deyimiyle, “dikkatsiz” davranarak bu görev ve sorumluluklarını ihmal etmiş, savsaklamışlar.

Elbette her insan hata yapabilir. Bundan doğal bir şey olamaz. Bu tür durumlarda da hoşgörülü olmak gerekir.

Bana sorarsanız Nedim Saban’ın İBŞT’nin “Balıkesir Muhallebicisi” dikkatsizliğini konu ettiği yazısında bu hoşgörü de vardı.

İyi, güzel de, hata ve sorumluluklarını efendi efendi kabullenmek yerine, suçu tümüyle reklam ajansına yıkıp işin içinden sıyrılmak gibi banal bir savunmayı seçen İBŞT yöneticileri aynı hoşgörüyü hak ediyorlar mı?

İBŞT yöneticileri ne yapıyor? Sadece hata yapmakla kalmıyor, bir de kalkıp hata ve sorumluluklarını inkâr ediyor, üstelik suçu tümüyle reklam ajansına atarak kamuoyunu ve tiyatroseverleri açık açık aldatmaktan da çekinmiyorlar.

İBŞT yöneticileri ancak daha dikkatli ve iyi niyetli davranıp geç de olsa sorumluluklarının bilincinde olduklarını gösterselerdi, uyarısı için Nedim Saban’a teşekkür edip kamuoyuna bundan ders çıkaracakları, bundan sonra daha dikkatli olacakları sözünü verselerdi hoşgörüyü hak edebilirlerdi.

Ama İBŞT yöneticileri bırakın bu olgun tavrı göstermeyi, bir de zeytinyağı gibi üste çıkarak hakikatin yazılmasını ve kamuoyuna duyurulmasını “kötü niyet” olarak ilan etmeyi tercih ettiler. Böylece aslında bir bakıma kendi niyetlerini açık etmiş oldular.

Aynı açıklamada hatanın fark edilir edilmez düzeltildiği de belirtiliyordu ki Şehir Tiyatroları yöneticilerinin bu konuda da gereğince dikkatli davranmadığı anlaşılıyor.

İBŞT yöneticileri açıklamalarına hatayı fark edip düzelttiklerini eklemeyi ihmal etmiyorlar ya, Nedim Saban “Balıkesir Muhallebicisi” meselesini gündeme getirmeden önce bu konuda tiyatroseverlere bir açıklama yapıp yapmadıklarından, Nedim Saban’ın uyarısından önce tiyatroseverlerden özür dileyip dilemediklerinden hiç söz etmiyorlar.

İBŞT yöneticileri, “Balıkesir Muhallebicisi” hatasını fark eder etmez, hiç kimsenin uyarısına gerek kalmadan tiyatroseverlere herhangi bir açıklama yaptılar mı, hataları yüzlerine vurulmadan tiyatroseverlerden bu konuda herhangi bir özür dileme gereği duydular mı?

Bilmiyoruz.

İBŞT adına yapılan açıklamanın muhtıra çağrışımı yapan bir ifadeyle bitmesine gelince; o başlı başına, bütünüyle ayrı bir skandal.

“Bu hata için iyi niyetli bütün tiyatroseverlerden özür dileriz…” Ne demek oluyor şimdi bu “iyi niyetli tiyatroseverler” vurgusu? Nereden icap ediyor böyle bir şerh düşme kabadayılığı? “Sözde vatandaşlar” misali tiyatroseverleri niyetlerine göre tasnif etmek, fişlemek kimin ne haddine?

İBŞT’nin ve yöneticilerinin işi, görevi niyet okuyarak tiyatroseverleri fişlemek midir, yoksa öncelikle önlerindeki işi hakkıyla, doğru dürüst yapmak mıdır? Türkiye’nin en köklü tiyatro kurumu İBŞT’den yapılan açıklamanın düzeyine bakın hele.

Doğru dürüst, adam gibi özür dilemeyi bile beceremeyenlerden tiyatro mu, sanat mı beklenir?
İBŞT gibi ödenekli tiyatroların yöneticileri halkın vergileriyle ayakta duran kamu kurumlarını yönetirler. Dolayısıyla iyi niyetli, kötü niyetli diye etiketlemeden, ayrım gözetmeden vergi veren halkı doğru bilgilendirmek, halka hesap vermek zorundadırlar.

İBŞT yöneticilerinin Nedim Saban’ın “iyi niyetli” yazısına cevaben, özrü kabahatinden büyük de olsa, jet bir açıklama yapması bu bakımdan yine de olumlu bir gelişme sayılabilir. Bu konudaki haklarını teslim edeyim(!)

Orhan Alkaya başkanlığındaki İBŞT yönetiminden bu olumlu yaklaşımını sürdürmesini bekliyorum.

Dileriz, “iyi niyetli” İBŞT yöneticileri, Şehir Tiyatroları sanatçısı Hülya Karakaş’ın Tiyatro Dünyası internet sitesinde, 27 Ekim 2008 günü yayımlanan Genel Sanat Yöneticisi Orhan Alkaya’ya Sorularımdır başlıklı yazısına cevaben de bir açıklama yapsınlar.

Ama “Balıkesir Muhallebicisi”ne dair bu kısacık açıklamaya bile bunca vahim yanlışı sığdırmayı “başaran” İBŞT yöneticilerine, Hülya Karakaş’ın kazık sorularına cevap verirken aynı dikkatsizliği yapmamalarını salık veririm.

Ne yazık! Artık “hiçbir iktidar, hiçbir siyasi iktidar” yetkin, özenli ve sorumlu insanlara, sanatçılara makam ve yetki vermeyi tercih etmiyor. Şehir Tiyatroları’nın yaptığı son açıklama, Türkiye’yi “cehaletin iktidarı”na teslim ettiğimizi bir kez daha kanıtlıyor. Bu bakımdan üzerinde bu kadar ayrıntılı bir biçimde durmayı hak ediyor.

Aşağıda linklerini vereceğim yazılar da dikkate alındığında ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak, İBŞT’nin açıklamasıyla birlikte “Balıkesir Muhallebicisi skandalı”na dönüşen bu konunun “münferit bir vaka” olmadığı gün gibi açık görülecektir:

“Şehir Tiyatrolarından Açıklama Adı Altında Büyük Küstahlık!!!”